balkangocmenleri.com

Ali Yazır; İnsan Hakları

İnsan hakları; 10 Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler insan hakları evrensel beyannamesine rağmen  bu yüzyılın başında hala devam eden soykırım, işkence, baskı ve eşitsizlikler, insan haklarını koruma konusundaki uluslararası çabaların ne kadar başarısız olduğunu görüyoruz ve yaşıyoruz.
Biz insan hakları dediğimizde gerçekten neyi ve kimleri kastediyoruz.  İnsan hakkından maksat, can, mal ve ırz güvenliği dahil olmak üzere insanların birbirlerine olan haklarıdır. Hak kelimesi “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında isimdir. Bâtıl ise hakkın zıddı olup “yalan, boş, devamsız, gerçekliği ve temeli bulunmayan” demektir. Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden; bundan dolayı hak Allah'ın bir ismi veya sıfatı sayılmıştır. Hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş; Allah'ın bütün fiilleri bu anlamda haktır. 

Herkesin doğuştan sahip olduğu  (dinimizde de bahsedilen) hemde evrensel haklardan bahsettiğimizi söylesek de, bu haklara erişim noktasında, belirleyici kim veya kimler? Hangi coğrafyada doğduğunuz, hangi kimliğe sahip olduğunuz, hangi sınıfsal konumda yer aldığınız ya da hangi inancı taşıdığınız; bu hakların sizin için ne kadar gerçek ve ulaşılabilir olduğunu belirliyor olabilir mi ?
Bu hakları kimler gerçekten kullanabiliyor, kimler sadece adını duyabiliyor? Kimileri için ifade özgürlüğü, eğitim ya da barınma gibi temel haklar gündelik hayatın doğal bir parçası iken, kimileri için bu haklar, yalnızca hukuk kitaplarında ya da politik söylemlerde varlığını sürdüren bir hayalden ibaret. Bazıları haklarının bilincinde, onları talep edebilecek bilgiye ve güce sahipken, bazıları için hak kavramı, yalnızca uzaklardan yankılanan ama asla dokunulmayan bir ses gibi. 
En önemlisi ise birinin hakkının olmayışı, diğerinin hakkının güvencesi olabilir mi? Birileri susarken diğerleri gerçekten konuşabiliyor mu? 
Birilerinin eğitim hakkından mahrum kalması, başkalarının ayrıcalıklı okullarda yer bulmasının ön şartı mı var? 
Ya da bir topluluğun özgürlüklerinin bastırılması, başka bir kesimin konfor alanını mı pekiştiriyor? 
Belki de asıl mesele, hakların   var olup olmaması değil;  kimin ne kadar hakka layık görüldüğü ya da kimin hakkının ne kadar önemsediği ile ilgilidir.
Bu dünyada haklara erişimi olan bireyler ve bu erişimden dışlananlar olarak iki grup insan vardır. Hatta çoğumuzun günlük hayatında fark etmeden yaşadığı hakların bile  aslında ne kadar önemli olduğunu göremiyoruz. Sanki bazı insanlar hak sahibi sayılmıyor ya da bu haklara ulaşma ihtimalleri dahi, baştan sınırlandırılmış gibi. Herkesin hakkı var yaşam hakkı var. Bu dünya nimetlerinden yararlanma hakkı var. Hiçbir insana, bu nimette hakkın yoktur diyemeyiz. Mesela Gazze‘deki çocukların oynamaya, karnını doyurmaya hakkı yok mu? Yok denilip insanlık suçu işleyen yahudilere dünya bir kaç tepki dışında maalesef sessiz! Nerde insan hakları?
Evrensel hukuk metinlerinde, anayasal güvenceler de ya da uluslararası bildirgelerde de bu sorunun cevabı kolayca bulunabilecek  türden değil. 
Aksine cevap toplumsal yapılarla, güç ilişkileri ile, sınıfsal eşitsizliklerle ve bireyin ötekine bakışıyla örülmüş karmaşık bir zeminde aranmalı. Haklara erişimin önünde etnik, sınıfsal, toplumsal cinsiyet temelli engellerin olduğu meselesi sade ama etkili bir biçimde tüm insanların gözü önünde sergileniyor.

Hakkı istediği gibi kullanabilenler ve bu hakka erişmeyenler. Bu yaklaşım her hakkın sadece bir varlık değil, aynı zamanda bir yokluk meselesi olduğunu da ortaya koymakta. Hakların yalnızca uluslar arası bildirgelerde beyan edilmiş olmasının dahi, herkesin bunlara eriştiği anlamına gelmiyor. Konforlu bir evde okuyan çocuk diğeri çadırda ödevini yapan başka bir çocuk! Yada bırakın eğitimi bir lokma ekmek peşinde koşan çocuk! Eğitim hakkı, yaşam hakkı, üç ayrı gerçeklikte üç farklı şekilde yaşanıyor. Aslında bu yalnızca bireysel durumları değil var olan, yapısal eşitsizlikleri de açığa çıkarmakta. Aynı hak üç farklı toplumsal konumda nasıl bambaşka yaşanıyor?  Bu yaşanmışlıklara bakarak eğer ki insanlık tarafımız varsa, sorumluluk duygusuyla hareket eden aktif bir sorgulayıcı haline dönüşüveriyoruz. Yoksa duyarsızlık ve sorumsuzluk! Dünyada yaşanan değişik bölgelerdeki bir çok yaşanmışlıklar  estetik kaygıların ötesine geçerek, izleyeni rahatsız eden, düşündüren vicdanıyla yüzleştiren bir çağrı‘ya dönüşüyor. Tüm insanlar etik bir yüzleşme için daha ne bekliyor! Sorusu, cevabını arıyor. Ama cevap şöyle dursun ses dahi yok…
Tüm dünyada yaşayan insanlar hem bireysel hem toplumsal düzeyde kendini ne zaman sorgulayacak?

Hakların yalnızca varlığı değil dağılımı ve erişim biçimi ile birlikte çok yönlü bir şekilde düşünülmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Etnisite, sınıf farkı, statü, toplumsal cinsiyet gibi ayrıştırıcı durumlar yetmiyormuş gibi şimdi de dünyamız savaş dedikodularıyla ve savaşlarla bu haklardan mahrum olan kadın erkek çocuk, bu hak dağılımındaki  eşitsizlik ile yüzleşmeye acı çekerek devam ediyor.
Dünyada yaşanan tüm hak ihlallerini görmezden gelemezsiniz? sorusunu kendimize öncelikle sormamız çok önemlidir.

O nedenle her zaman empatik bir yüzleşme ile dünyayı seyretmemiz gerek. Hakka erişmenin nasıl bir şey olduğunu ve o haktan mahrum kalmanın ne anlama geldiğini aynı anda görmek, sadece adaletsizliği değil adaletin nasıl mümkün olduğunu da görmektir. Bu, bizlere  aslında geleceğe dair bir sorumluluk çağrısıdır. Olup bitenleri görmek,  bundan sonra neyin değişmesi gerektiğine, hangi adaletsizliklerin sorgulanması gerektiğine işaret eden bir uyarıdır.  Bu durum böyle devam ederse bundan sonra ne olacak? Sorusunu zihinlere yerleştirmek lazım. İçimizdeki toplumsal sorunların açtığı yaraları nasıl görünür kılabiliriz düşüncesi önemlidir. Barış ve sevgi dolu bir dünya ümidiyle..

Ali YAZIR
07.07.2025 Bursa

YORUM BIRAKIN